hd porno porno hd porno porno

GELİŞİM PSİKOLOJİSİ-1

6.848 okundu

GELİŞİM PSİKOLOJİSİ

Psikoloji, genellikle, insan davranışının ve zihin süreçlerinin bilimi olarak tanımlanır. Bu geniÅŸ alanın incelenmesi birtakım alt dalların ortaya çıkmasını gerektirmiÅŸtir. Ä°ÅŸte geliÅŸim psikolojisi de bu temel uzmanlık alanlarından biridir. Ayrıca, geliÅŸim psikolojisinin de hem temel  araÅŸtırma, hem de uygulama dalları vardır. A. T. Jersild’e (1979) göre, geliÅŸim psikolojisi alanındaki çalışmalar baÅŸlıca iki bölümde toplanabilir. Birincisi, insan geliÅŸiminin çeÅŸitli yönlerini ele alan ve betimleyen araÅŸtırmalardır. Ä°kincisi, geliÅŸime iliÅŸkin temel kavramları, ilkeleri, kuramları ortaya koyan incelemelerdir. GeliÅŸim alanındaki en yararlı çalışmalar, kuÅŸkusuz, olgu ile kuramı birleÅŸtiren, böylece insan bilimlerine katkısı olan çalışmalardır. Bu açıdan, insan geliÅŸimine iliÅŸkin çalışmalar biyoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih gibi diÄŸer bilim dallarını da ilgilendiren çok disiplinli ve disiplinlerarası bir alana yayılmaktadır. Bu nedenle günümüzde geliÅŸim psikolojisi çok yönlü bir araÅŸtırma ve inceleme alanı olmak durumundadır.

:::::::::::::::::

1. Gelişim Psikolojisinin Tanımı

İlke olarak, geçmişi bilmek şimdiyi anlamamıza, şimdiyi anlamak da geleceği kestirmemize yardımcı olur. Bu genel ilke embriyoloji, jeoloji, coğrafya, tarih, gelişim psikolojisi gibi bütün gelişim bilimlerinde geçerlidir. Kuşkusuz, değişimin konusu ve zaman evreleri bütün bu bilimlerde aynı değildir; fakat hepsinde ortak olan nokta, birşeylerin zaman düzeni içinde geliştiği ve bu sistemli değişimin
nedenlerinin bulunabileceği inancıdır. Gelişim psikolojisinde zaman periyodu insan ömrünü içerir ve değişen şey bireydir. Şu halde, gelişim psikolojisinin konusu bireyin fiziksel ve ruhsal yapısının ve davranışının değişimidir.

Gelişim Psikolojisi, bireylerin yaşam boyunca geçirdiği değişimlerin betimlenmesi ve açıklanmasıyla ve aynı zamanda bireyler arasındaki
değişim benzerlik ve farklılıklarıyla uğraşır. Gelişim psikologları gelişimi betimlemek isterler, dolayısıyla gelişim normlarıyla ilgilenirler.
Fakat aynı zamanda gelişim süreçlerini açıklamak da isterler; yani gelişimin neden belirli bir yolda ilerlediğini ve gelişim yolunda bireylerin neden birbirinden farklılaştığını bulmaya çalışırlar.
Modern geliÅŸim psikolojisi oldukça yeni bir bilim dalıdır. En azından 1960’lara kadar bebek, çocuk ve ergen konusundaki psikolojik araÅŸtırmalar “çocuk psikolojisi” adıyla biliniyordu. Bugünkü psikolojik
gelişim anlayışı -bazı büyük kuramcılara karşın- şimdiki biçimiyle son on yıllara kadar ortaya çıkmış değildi. Bütünleşmiş bir gelişim anlayışının daha önce ortaya çıkmayışının nedenlerinden biri,
alanın 1950’lere kadar deÄŸiÅŸimleri açıklamaktan çok betimlemeye yönelmiÅŸ olmasıdır. Ä°lk geliÅŸim psikologları çocuÄŸu doÄŸum öncesinde, ilk haftalar ya da aylarda, ilk çocukluk, orta çocukluk dönemlerinde -olduÄŸunca eksiksiz biçimde-  betimlemekle yetiniyorlardı. Ancak betimsel bilgi araÅŸtırmacılar için giderek çekici olmaktan çıkmaya baÅŸladı. ÖrneÄŸin Amerika BirleÅŸik Devletleri’nde 1938’de çocuk geliÅŸimi  konusunda yaklaşık beÅŸyüz yayın çıktığı halde, 1949’da bu sayı yarısına inmiÅŸti. Daha sonra, 1950’lerin baÅŸlarında geliÅŸim psikolojisi yeniden canlandı. Bu geliÅŸmeye katkısı olan pek çok etken arasında en önemlisi, geliÅŸim psikologlarının yeni bir yaklaşım kabul etmeleriydi; artık ilgilerini geliÅŸimin temelini oluÅŸturan süreçlere yöneltmeye
başlıyorlardı (Liebert ve Wicks-Nelson, 1981).

Yaşamboyu gelişim psikolojisi (life-span developmental psychology) gelişimi incelemede yeni bir yönelimdir ve iki temel sayıtlıya dayanır. Birincisine göre, gelişim döllenme ile başlayan ve ölüm ile sona eren yaşamboyu bir süreçtir. Bu bakış açısı, bebeklik, çocukluk, ergenlik gibi bedensel büyümeye bağlı yaş dönemlerini kendi araştırma
alanları sayan gelişim psikologlarının görüşlerinden ayrılmaktadır. İkinci sayıltıya göre, gelişim büyümenin sonlanması ya da olgunlaşma ile sona ermez. Tam tersine, yaşamboyu gelişim psikologları
yetiÅŸkinlik ve yaÅŸlılık yıllarıyla büyük ölçüde ilgilenirler. YaÅŸamboyu geliÅŸime duyulan ilgi 1970’lerde baÅŸlamış ve 1980’lerde artarak sürmüştür. YaÅŸamboyu geliÅŸim yaklaşımının ele aldığı temel konular “geliÅŸim sırasında ortaya çıkan deÄŸiÅŸimlerin doÄŸası” ve “bu deÄŸiÅŸimleri hangi etkenlerin belirlediÄŸi” sorunlarıdır (Honzik, 1984).
Paul B. Baltes’e (1987) göre de, yaÅŸamboyu geliÅŸim psikolojisi, yaÅŸam akışı boyunca davranışta ortaya çıkan sabitliÄŸin ve deÄŸiÅŸimin araÅŸtırılmasını içerir. Bu psikolojinin amacı, yaÅŸamboyu geliÅŸimin genel ilkeleri, geliÅŸimde bireylerarası farklılıklar ve benzerlikler hakkında, aynı zamanda geliÅŸimde bireysel esnekliÄŸin ya da deÄŸiÅŸebilirliÄŸin derecesi
ve koşulları hakkında bilgi elde etmektir.

Perlmutter ve Hall (1992), gelişime ve yaşlanmaya ilişkin sayıltıların, araştırmacıların sorduğu soruları, bulguları yorumlama biçimlerini ve ileri yaşlardaki yaşamın doğasına ilişkin sonuçlarını etkilediğini
belirtmektedir. Otuz yıl önce yaşlılığın doğasına ilişkin soruları yanıtlamak çok kolaydı; çünkü herkes gelişimi gençlikle özdeş tutuyordu, yetişkinlerin gelişmediği varsayılıyordu. Oysa araştırmalar olgunlaşmadan sonraki bütün değişimlerin bozulma ya da düşüş içermediğini göstermektedir. Örneğin, zekanın bazı yönlerinde ilerlemeler yaşamın ikinci yarısında da sürmektedir. Araştırmacılar farklı sistemlerin farklı oranlarda yaşlandığını ve gelişimin yönünün değişebileceğini de buldular. Yaşlanma, hangi işlevin incelendiğine bağlı olarak kararlılık, artma ya da azalma içerebilir. Örneğin, zekanın bir yönünde ilerleme gösteren bir yetişkin bir başka yönünde gerileme gösterebilir. İşte bu tür bulgular araştırmıacıları sayıltılarını yeniden gözden  geçirmeye zorlamıştır. Gelişimi döllenmeden olgunlaşmaya kadar izleyen ve fetus, bebek, çocuk ve ergenle sınırlı tutan eski tanım işe yaramaz
olmuştur. Böylece, yaşamboyu gelişim yaklaşımında gelişim, döllenmeden ölüme kadar bedende ya da davranışta ortaya çıkan yaşa bağlı değişimler olarak tanımlanmaktadır (Perlmutter ve Hall, 1992).

:::::::::::::::::

2. GeliÅŸimle Ä°lgili Temel Sorunlar

Gelişim psikologlarının sık sık tartıştıkları birtakım önemli sorunlar vardır. Bunlardan birincisi, gelişimi sağlayan etkenlerin kaynağı sorunudur. Bu sorun kalıtım-çevre, doğa-kazanım ya da başka adlarla
yapılan tartışmalarda ortaya konmaktadır. Bugün artık “hangisi?” ve “ne kadar?” sorularının sorunu çözmedeki yararsızlığı anlaşılmıştır. Bunların yerine, davranışta biyolojik ve toplumsal etkilerin “nasıl?”
birleştiği sorusu sorulmaktadır.

Gelişim psikologları kendi alanlarında veri toplamak için üç dizi ilkeye dayanırlar: 1) Fiziksel büyüme ilkeleri, 2) Olgunlaşma ilkeleri, 3) Öğrenme ilkeleri. Fiziksel büyüme ilkeleri fiziksel yapı ve organlardaki
deÄŸiÅŸimleri dikkate alır. “OlgunlaÅŸma” terimi –geliÅŸimcilerin kullandığı biçimiyle- reflekslerin, içgüdülerin ve diÄŸer öğrenilmemiÅŸ davranışların geliÅŸimiyle ilgidir. Fiziksel büyüme ve olgunlaÅŸma biyolojiktir. “Öğrenme” ilkeleri ise, geniÅŸ anlamda, sadece geleneksel koÅŸullanmayla deÄŸil, aynı zamanda okuldaki öğrenimle ve diÄŸer çevre
etkileriyle birlikte tanımlanır. Öğrenme ve kalıtımın geliÅŸime katkıları konusunda bugün kabul edilen görüş, geliÅŸimin ortaya çıkmasında iki etkenin birleÅŸtiÄŸini kabul eden “etkileÅŸimci” görüştür. Her ikisi de zorunludur, hiçbiri tek başına yeterli deÄŸildir. Kalıtım gizil sınırları saptar, çevre de bu sınırlara ne kadar yaklaşılacağını belirler.

Gelişim üzerindeki biyolojik etkiler iki çeşittir. Birincisi, bir türün bütün üyelerince paylaşılan türe özgü etkilerdir (bebeğin beslenme ve bakım için
başkalarına gereksinme duyması gibi). İkincisi, her kişiye özgü olan genetik özelliklerdir (bireyler arasındaki farklılıklar gibi). İşte, gelişim psikologları doğanın insanlar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların oluşumuna nasıl katkıda bulunduğunu araştırmaktadırlar. Öte yandan, gelişim üzerindeki çevresel etkiler de iki çeşittir. Birincisi fiziksel çevredir (doğum öncesi dönemde ana rahmi,
kent ya da kır gibi). Ä°kincisi toplumsal çevredir (diÄŸer insanlar, toplumsal kurumlar gibi). Bazı çevresel belirleyiciler bizi baÅŸkalarından farklı kılan etkenlerdir (özel bir okulda okumak, trafik kazasına uÄŸramak, iÅŸini yitirmek, piyangoda kazanmak gibi). BaÅŸka bazı çevresel belirleyiciler de bizi baÅŸkalarına benzer kılan etkenlerdir (içinde doÄŸduÄŸumuz kültür ya da tarihsel zaman gibi). Önemli tarihsel olaylar geliÅŸim üzerinde derin etkilerde bulunur, ama bu etkinin niteliÄŸi kiÅŸinin o zamanki yaşına baÄŸlıdır. Bu konu geliÅŸimle ilgili temel kavramlar bölümünde “bölük” kavramı çerçevesinde yeniden ele alınacaktır.

İkinci sorun, davranış değişikliğinin sürekliliği ya da süreksizliği sorunudur. Gelişim derece derece ve düzgün bir biçimde mi ilerler, yoksa kendine özgü nitelikler gösteren birtakım evrelerden mi geçer?
Evre kuramcıları evrensel biyolojik temelli etkenlerin gelişimde egemen bir rol oynadığını savunurlar; psikolojik süreçlerde hep aynı yapısal
deeişimlerin ortaya çıktığını ve davranış  değişimlerine göreli bir süreksizlik verdiğini ileri sürerler. Buna karşılık, sürekliliği savunan
kuramcılar toplumsal ve yaşantısal etkenlerin gelişimdeki değişmelerin temelini oluşturduğunu savunurlar; öğrenme, dereceli bir süreçtir. Ancak bu görüş ayrılığına karşın, bütün kuramcılar gelişimde hem süreklilik hem de süreksizlik olduğu konusunda birleşmektedirler. Özellikle kişilik psikolojisi alanında varılan sonuç, kişiliğin karmaşık ve çok yönlü bir yapısı olduğu, bazı ögelerinin süreklilik bazılarının da süreksizlik gösterdiği biçimindedir. Genellikle en büyük sabitlik çeşitli
zihinsel ve bilişsel boyutlarda (ZB, bilişsel üslup, benlik kavramı gibi) ve en düşük değişmezlik kişilerarası davranış ve tutumlarda ortaya çıkmaktadır.

Gelişim psikolojisinde temel tartışmalardan biri de bunalım (crisis) kavramı çevresinde toplanır. Diyalektik bakış açısından psikolojinin görevi, değişen dünyada değişen bireyi anlamaya çalışmaktır. İnsan yaşamı karşıtlıklar ve çatışmalarla belirlenir. Her değişim karşıtlar arasındaki sürekli bir çatışmanın ürünüdür. Gelişim, varolan karşıtlıkların çözümü ve sonunda yeni karşıtlıkların ortaya çıkışı ile ilerler. Bireyin yaşamındaki karşıt güçler arasındaki çarpışmanın sonucu bir uzlaşma
deÄŸil, tümüyle yeni bir üründür. Riegel’e (1975) göre, insan geliÅŸimi en azından dört boyutta eÅŸzamanlı bir harekettir: 1) İçsel- biyolojik, 2) Bireysel-psikolojik, 3) Kültürel-sosyolojik, 4) Dışsal-
fiziksel. Gelişim, bu boyutların dengesi bozulduğu zaman ortaya çıkar. Çeşitli boyutlardaki değişimler her zaman eşzamanlı olmadığı için, aralarında çatışma gelişir ve bir bunalıma yol açar. Bunalım,
bireylerin davranışlarını yeni koşullara ayarlamalarını gerektiren son derece zorlayıcı bir durumdur. Ancak diyalektik psikoloji açısından
bunalımların mutlaka olumsuz olaylar olması gerekmez. Bu psikoloji, Piaget’in biliÅŸsel geliÅŸim konusundaki görüşlerinin yeterli olmadığını
ileri sürer. Piaget geliÅŸimin dengenin oluÅŸtuÄŸu anda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Oysa Riegel’e göre geliÅŸimsel ilerlemenin temeli karşıt koÅŸullardır ve geliÅŸim süreci hiçbir zaman sona ermez. Piaget
gelişimi denge ve uyumun periyodik düzeylere ulaşması olarak gördüğü halde, Riegel bu gelişim düzeyinin ancak kısa süreli olduğunu kabul
eder. Riegel’e göre Erikson, bunalımların içsel-biyolojik ve kültürel-sosyolojik güçlerle birlikte belirlenmesini vurgulayan ilk modern yazarlardan biridir, ancak Erikson da organizmanın neden evreden evreye geçerek geliÅŸtiÄŸini açıklamakta yeterince baÅŸarılı olamamıştır.

Riegel bunalım kavramına farklı bir açıklama getirmektedir:

“Bunalım (crisis) kavramı çeliÅŸik biçimde denge (equilibrium), kararlılık (stability), uygunluk (consonance) ve denge (balance) kavramlarıyla baÄŸlantılıdır. Denge (equilibrium) kavramı arzu edilir bir amaç olarak davranış ve toplum
bilimcilerin düşüncesine tam anlamıyla girmiştir ve bunalımı olumsuz yönde tanımlar. Böylece, bunalım kavramı, ancak uzun vadeli bir durum olarak ya da bir sakinlik durumunun kesilmesi eylemi olarak gördüğümüz zaman dengesizlik (disequilibrium) anlamını kazanır. Fakat, karşıt durumlar ya da olaylar birbirine sıkıca bağımlı olduğuna göre,
denge kavramı dengesizlik kavramı olmadan ve kararlılık kavramı bunalım kavramı olmadan anlaşılamaz. Bizim araştırmamız gereken nokta, bu koşulların her birini tek başlarına kavramak değil, birbiri içine girişlerini kavramaktadır. Kararlılık ve bunalımı olumlu ve olumsuz değil, birbirine
karşılıklı bağımlı olarak görmemiz, yalnızca diyalektik baÄŸlantılarında geliÅŸimi olanaklı kılan çeliÅŸik koÅŸulları düşünmemiz gerekmektedir” (K. F. Riegel, 1975). GeliÅŸim psikolojisinin bir baÅŸka temel sorunu, davranış’ın mı yoksa zihinsel süreçlerin mi vurgulanacağıdır. Katı davranışçı yaklaşım doÄŸrudan gözlemlenemeyeceÄŸi gerekçesiyle zihinsel süreçleri araÅŸtırmak istemez; buna karşılık, çaÄŸdaÅŸ psikologlar nesnel yöntemler kullanarak
zihin süreçlerini de araÅŸtırma alanına katmışlardır. İç zihinsel süreçlerin psikolojik geliÅŸimdeki yeri ve rolü artık kabul edilmekte ve araÅŸtırılmaktadır. Aynı baÄŸlamda bir baÅŸka sorun da, “normatif” geliÅŸimin mi yoksa idiyografik geliÅŸimin mi vurgulanacağı konusudur. Kimi psikologlar bütün çocuklarda varolan ortak yönler anlamına gelen normatif (normative) geliÅŸimle ilgilenirler; kimi psikologlar
da çocuklar arasındaki bireysel farklılıkları anlamayı amaçlayan idiyografik (idiographic) geliÅŸimi vurgularlar. Normatif araÅŸtırmalar genellikle geliÅŸimin biyolojik temellerine dayanırlar. Gesell ve bir ölçüde de Piaget gibi kuramcılar geliÅŸimi, içsel biyolojik süreçlerin yönlendirdiÄŸi, çevresel etkenlerden pek etkilenmeyen, önceden  kestirilebilir bir olgu olarak görürler. Bu bakış açısı “ortalama” çocuk üzerinde
yoÄŸunlaÅŸmakta ve “normal” geliÅŸimin aÅŸama aÅŸama nasıl ilerlediÄŸini belirleme amacını gütmektedir. Ä°diyografik araÅŸtırmalar ise çocuÄŸu birey olarak almakta ve onu diÄŸerlerinden farklılaÅŸtıran etkenleri
incelemektedir. Vasta ve arkadaşlarına (1992) göre, dil gelişimi konusundaki çağdaş araştırmalar bu iki yaklaşımı sergileyen örneklerdir. Kimi kuramcılar dil yeteneğinin bütün çocuklarda benzer biçimde ortaya çıktığını, çünkü büyük ölçüde beyindeki mekanizmalar tarafından denetlendiğini kabul etmektedirler. Dolayısıyla bu araştırmalar
belirli bir dildeki çocukların ortak dil gelişimi örüntülerini, aynı zamanda binlerce dil için evrensel olan özellikleri araştırmaktadırlar. Buna karşılık başka kuramcılar da konuşma gelişimindeki bireysel
farklılıklarla ve dilin kazanılmasındaki çevresel etkilerle, yani dilin farklı çocuklarda farklı gelişmesine yol açan nedenlerle ilgilenmektedirler.

:::::::::::::::::

3. GeliÅŸimle Ä°lgili Temel Kavramlar

Yaş (age) kavramı, gelişim psikolojisini psikolojinin diğer alanlarından ayıran temel kavramdır. Yaş zaman ile eşanlamlı bir kavramdır ve kendi başına hiçbir şeyin nedeni değildir. Yaş kavramının
yarattığı karışıklıklar nedeniyle kimi geliÅŸim psikologları evre (stage) kavramını kullanmayı yeÄŸlerler. Bir bağımsız deÄŸiÅŸken olarak “evre”,
“yaÅŸ”tan daha kullanışlıdır. Günümüzde evre kavramı geliÅŸim psikologlarınca iki anlamda kullanılmaktadır. “Güçlü” anlamda evre kavramı
süreksizliği dile getirir. Örneğin, çocuğun hareket gelişimi emekleme, ayağa kalkma, yürüme, koşma biçimindedir. Bu evrelerden her biri diğerinden niteliksel olarak farklıdır. Bu anlamda evreler her zaman belirli bir zaman aralığında ortaya çıkmak durumundadırlar; gelişen birey bir evreyi  atlayamaz, evreleri bir başka zaman aralığında
yaÅŸayamaz. Evre kavramının bu güçlü anlamı Piaget’in biliÅŸsel geliÅŸim kuramında ve Kohlberg’in ahlak geliÅŸimi kuramında ortaya çıkar.

Evre kavramının “zayıf” anlamı da vardır ve yaÅŸ, çevre, ilgiler, etkinlikler konusunda bilgi verir. Bütün bu kullanımlarda kavram anlam
deÄŸiÅŸikliÄŸi olmadan geçer. ÖrneÄŸin çocuÄŸun “diÅŸ çıkarma evresinde”,
“ilkokul evresinde”, “anal evrede” olduÄŸu söylenebilir. Freud’un
psikoseksüel geliÅŸim kuramında ve Erikson’un psikososyal geliÅŸim kuramında
bu anlamdaki evre kavramı kullanılır (Ph. G. Zimbardo, 1979).

Kullanımdaki bu farklılığa karşın, evre kuramlarının tümü evrelerin
temel özellikleri üzerinde birleşirler. Kuramsal olarak evrelerin şu
özellikleri taşıdığı kabul edilmektedir: 1) Evreler genel sorunları
betimlerler. Bir evre o evreye özgü genel özellikleri ve sorunları vurgular.
2) Evreler davranıştaki nitelik farklılıklarını dile getirirler. Bir evredeki
davranışın kendine özgü nitelikleri vardır. 3) Evreler değişmez
bir ardışıklık gösterirler. Bir evre diğerini değişmez bir sıra içinde izler.
4) Evreler bütün kültürler için evrenseldir. Kültürler arasındaki
farklılıklara karşın, bütün kültürler aynı yaşam sorunlarıyla başa çıkmaya
çalıştıkları için gelişim evreleri bütün kültürlerde aynıdır (W.C. Crain,
1986).

İlerde de görüleceği gibi, gelişim kuramlarının çoğu evre kuramlarıdır.
Ancak evre kuramlarının hepsi evre kavramının gerektirdiği
özelliklere sahip deÄŸildir. John Flavell’e (1985) göre, tam bir evre
kuramındaki her gelişim evresi şu ögeleri taşır: Yapılar (yeteneklerin,
becerilerin ya da güdülerin tutarlı bir örüntüsü); niteliksel değişimler
(önceki evreyle karşılaştırıldığında yetenekler, beceriler ya da güdüler
arasında açık bir farklılık); ani oluş (evrenin tipik yeteneklerinde,
becerilerinde, güdülerinde eşzamanlı bir değişim); birliktelik (bütün
değişimlerin aşağı yukarı aynı hızla gelişmesi). Çok az evre kuramı
bütün bu ölçütlere tam olarak uyabilmektedir. Örneğin, bir evrenin nerede
bittiği, diğerinin nerede başladığı konusunda çok az görüş birliği
vardır. Bu tür sorunlar nedeniyle günümüzde evre kavramı daha az
sınırlayıcı bir biçimde kullanılmaktadır. Özel bir alandaki bellibaşlı
yaşam evrelerinin betimlenmesinde hala evre kavramı yeğ tutulmaktadır.

Evre kuramıyla yakından ilişkili kavramlardan biri de kritik dönemler
(critical periods) kavramıdır. Kritik dönemler, yaşam süresinde,
sürekli ve geri dönülmez sonuçları olabilen elverişli ve elverişsiz
durumlarla ilgili zamanlardır. Kimi geliÅŸimciler “duyarlı dönem” (sensitive
period) terimini kritik dönem terimine yeğ tutarlar. Duyarlı dönem
kavramı, kritik dönem kavramına göre, zaman boyutunda daha
fazla esneklik ve geri dönüşlülük içerir. Kritik ya da duyarlı dönem
anlayışı özellikle ünlü etolog Konrad Lorenz’in çalışmalarından sonra
yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayış psikanalitik açıklamalarda da önemli
bir yer tutar. “Çocukluk nevrozu olmadan yetiÅŸkinlik nevrozu olmaz”
formülü bu anlayışın anlatımıdır. Bununla birlikte, kimi gelişimciler
yaşamın ilk yıllarının bu denli önemli sayılışını reddederler.

Evre kavramının sağladığı kuramsal kolaylıklar açık olmakla birlikte,
yaş kavramından vazgeçilemeyeceği de ortadadır. Şu halde, yaşın
gelişimsel anlamını incelemekten kaçınılamaz.

Yaş sadece biyolojik, kronolojik bir kavram değildir, aynı zamanda
psikolojik, toplumsal bir gerçekliktir. Bireyin kendini kaç yaşında
“hissettiÄŸi”ne iliÅŸkin yaÅŸantı herkesçe bilinir. Bir insan 16’sında kendini
yetişkin gibi hisseder, öyle davranır ve çevresi de onu öyle algılar;
bir diÄŸeri ise 30’unda hala yüksek öğrenimini sürdürmektedir ve öğrenimini
bitirmeden kendini tam bir yetişkin gibi hissetmeyebilir. Özellikle
yetişkinlik psikolojisinde yaşlanma sürecinin incelenmesi, farklı
yaş bölüklerindeki insanların farklılıklarının incelenmesi önem taşır.
Ayrıca, bireyin yaşam döngüsü belirli bir tarih içine yerleştiğinden,
bireysel zaman ile tarihsel zaman arasındaki etkileşim de önemlidir.
Çünkü bireyin örneÄŸin 20 yaşını 1995’te ya da 1935’te yaÅŸaması farklı
anlamlar taşır. Öte yandan, gelişim araştırması açısından da, farklı insanlar
arasındaki yaş farklılıkları (bireyin ve ana babasının) ile, bireyin
kendisinin yaş farklılığı (şimdiki hali ve 30 yıl sonrası) farklı etkenlerin
dikkate alınmasını gerektirir. Her birey aşağı yukarı aynı zamanda
doğmuş insanlar grubu demek olan bölük (cohort) içinde yer
alır. Amerika BirleÅŸik Devletleri’nde 1930’lardaki büyük ekonomik
bunalımın gençler üzerindeki etkisinin olumlu ya da olumsuz olması
gencin ait olduğu bölüğe bağlıdır. Bu etkinin o tarihlerde ergenlik çağında
olan çocuklar üzerinde olumlu, okul öncesi çağda olanlar üzerinde
ise olumsuz olduÄŸu belirtilmektedir.

Yaş, basitçe bakıldığında, bireyin doğumundan itibaren dünyanın
güneş çevresindeki dönüşlerinin sayısıdır sadece. Ancak, yaşla gelen
değişimler, farklı yaşlardaki insanlar arasındaki farklılıklar, yaşlanma
süreci vb. önemli konulardır. Yaşa ilişkin bu değişimlerin çoğu
-özellikle yetişkinler için- bireyin içinde yaşadığı toplum tarafından
belirlenir. Ancak, hangi toplum içinde olursa olsun biyolojik değişimler
de önemlidir.

Yaşın önemini kavramak için aşağıdaki tabloya bakabiliriz:

Tablo 1: İnsan Yaşam Çizgisi

0- Gebelik, doÄŸum

6- Okula baÅŸlama

12- Erinlik

18-30 Oy verme, iÅŸe baÅŸlama, evlenme, anababa olma

30-48 Anababa ölümü, menopoz, çocukların evden ayrılması,
büyük anababa olma

48-65 Emeklilik, eş ölümü, büyük-büyük anababa olma

65 ve üzeri- Ölüm

(Önemli olayların yaşları ortalama olarak verilmiştir, bu yaşlar önemli
bireysel ve cinsel farklılıklar gösterir).

Kaynak: D.C. Kimmel, Adulthood and Aging, 1974.

Her bireyin döllenmeyle başlayıp ölümle sonuçlanan böyle bir
yaşam çizgisi (life line) vardır. Bu yaşam çizgisi insanın yaşam döngüsünün
(life cycle) şematik bir tasarımıdır ve insan yaşammın tüm
süresinin (life span) ilerleyen ve sırasal yönlerini vurgular. Bu çizgide
belirli yaşlar, yaşa bağlı özel değişimler için işaretlenmiştir. Biyolojik
büyümenin rolü, gebelikten doğuma, doğumdan erinliğe, erinlikten
orta yaşa vb. ilerledikçe önemini yitirmektedir. Şu halde biyolojik
değişkenlerin dışında hangi etkenlerin yaşam çizgisindeki olayların önemini
belirlediği sorulabilir. Örneğin, 6 yaş, çocuğun okula girişini ve
uzun bir resmi eğitimden geçişini göstcrdiği için anlamlıdır. 12 yaş,
erinliğin başlangıcını, çocukluğun sona erişini ve gençlik kültürüne
katılmayı gösterdiği için önemlidir. 18 yaş, birçok toplumda oy kullanma,
sürücü belgesi alma, üniversiteye girme, evden ayrılma, işe
girme, evlenme gibi önemli toplumsal ve hukuksal anlamlar taşır ve
yetişkinlikten pay almayı simgeler. 30 yaş -özellikle kitle iletişim
araçlarınca- orta yaşın ve artık inişe geçişin başlangıcı olarak görülür;
oysa dönüm noktası olarak ağırlıklı sonuçları olmayan bir yaştır, gene
de yetişkinliğin birtakım hareketli olayları bu yaş dolaylarında yaşanır.
Yetişkinler diğer yaş dönemlerinden niteliksel olarak farklı bir orta
yaş kavramına sahiptirler. Ergenlikten sonraki on yıllarda yaşa bağlı
değişimlerin az olmasına karşın, orta yaşlılıkta menopoz ve emeklilik
gibi iki olay yaşa bağlı olarak gerçekleşmektedir. İleri yaşlarda eşin ya
da arkadaşların ölümü, bireyin kendi ölümünden önce geçtiği dönüm
noktalarıdır. Araştırmalar ölümün de önemli bir gelişim olayı olduğunu
ortaya koymaktadır. Ölüme yakınlık yaşlılıkta kronolojik yaştan
çok daha önemli bir zaman ölçütü olmaktadır. Ölüm kaçınılmazlık kazandıkça,
psikolojik değişimlere yol açmaktadır.

Bireyin yaşam döngüsü boyunca gelişimi yaşa bağlı değişimin
kaynaklarından sadece biridir. YaÅŸam çizgisi ile çakışan “tarihsel zaman”
da bireyin yaşam döngüsü içinde ilerlemesini etkileyen yaşa
bağlı bir diğer boyuttur.

Söz gelimi, yirmi yıl önce üniversite öğrencisi olan bir gencin
ana babası büyük olasılıkla Birinci Dünya Savaşı sonlarında ve büyük
ekonomik bunalımın ilk yıllarında doğmuştur. O insanlar uluslararası
dayanışmayı öğrenmişler, ama ekonomik güvenliklerinin ve maddi
varlıklarının kendi denetimleri dışında birden bire yok olabileceğini
de görmüşlerdir. Ekonomik bunalım yıllarında okula giden o insanlar
ilk toplumsal deneyimlerini, ilerdeki tutum ve deÄŸerlerini etkileyen
maddi sıkıntılar içinde yaÅŸamışlardır. Belki Ä°kinci Dünya Savaşı’nı
yaÅŸamışlar, hatta içinde bizzat yer almışlardır. 1940’larda doÄŸanlar ise
yalnız ekonomik büyümeyi ve orta sınıfın gelişmesini değil, aynı zamanda
hiç eksilmeyen nükleer savaş tehdidini de yaşamışlardır. Son
zamanlarda çevre kirlenmesi ve nüfus patlaması gibi diğer yok olma
tehditlerini de yaşamaya başlamışlardır. Bugünün dünyası, yalnız teknolojik
gelişmeyi değil, dünyanın küçülmesini ve uzaya gidilmesini
de yaşamaktadır. Bilgisayarlarla yaşama zorunluluğunun getirdiği sorunları
da eklemek gerek!

Bu tür tarihsel-kültürel olayların bireylerin tutum, değer ve dünya
görüşlerini büyük ölçüde etkilediği bilinmektedir. Bu gelişmeler insanları
farklı yaşlarda farklı biçimlerde etkiler. Ancak tarihsel olayların
kuşaklar üzerindeki etkisi yaşa bağlı olmanın yanında toplumsal
kesimlere de baÄŸlıdır. ÖrneÄŸin A.B.D’de 1950’lerde uzay programlarının
önem kazanması o yıllarda meslek seçiminin eşiğinde bulunan
gençleri daha fazla etkilemiş, çoğunu fen ve mühendislik dallarına yöneltmiş,
sonuçta bu alanda işgücü fazlası oluşmasına yol açmıştır.

Bireysel yaşam döngüsü ile tarihsel zaman çizgisi etkileşiminin
ilginç bir örneÄŸi de “kuÅŸaklararası çatışma” olgusudur. Bu çatışmanın
gençlerle anababalarının kuşağı arasındaki değer, tutum ve yaşam biçimi
farklılığından oluştuğu kabul edilirse, iki farklı yorum getirilebilir:
Gelişimsel ve tarihsel. Gelişimsel olarak kuşaklar arasındaki bu
farklılık gençlerin ve anababalarının yaşam döngüsündeki farklı evrelerden
kaynaklanmaktadır. Erikson’a göre genç insan “Ben kimim?
Toplumla nasıl bir iliÅŸki kurabilirim?” gibi kimlik sorunlarıyla uÄŸraşırken,
kendi değer ve tutumlarını oluşturabilmek için toplumun değerlerini
irdelediği ve anababa değerlerini kısmen reddettiği bir evreden
geçer. Anababalar ise, dünyada sürekliliklerini sağlayan işaretler
bırakabilme isteğiyle, ekonomik ve duygusal bir kararlılık sağlayarak,
toplumun değerlerini aktarmaya çabaladıkları bir gelişim evresindedirler.
İki ayrı evredeki insanların çatışması bir tür insanlık durumudur
ve bu nedenle insanlık tarihi kadar eskidir.

Kuşaklar arasındaki bu çatışma kuşaklar boyunca ortaya çıkan
toplumsal değişimin mekanizması da olabilir. Özellikle, yaşlıların gelişen
daha karmaşık ve yeni toplumsal yapıya gençleri hazırlayamadıkları
hızlı toplumsal değişim dönemlerinde bu böyledir. Toplumsal
gelişimin hızı arttıkça birbirini izleyen kuşaklar arasındaki yeniden
uyum sağlama süreci de o ölçüde önem kazanmaktadır. Günümüzde
gençlik döneminin uzaması gençlere, kişisel özgürlük, ekonomik güvenlik,
entelektüel araştırma açılarından, toplumu ve toplumsal değerleri
sorgulamaya zaman ve olanak sağlamaktadır. Yine bu dönemin
uzaması gençlerin kendi aralarında bir çevre yaratıp yaşlı kuşakla
daha az ilişki kurmalarına olanak vermektedir. Böylece gençler arasında
paylaşılan tutum ve değerler artmakta, geleneksel kuşaklararası
etkileÅŸimin yerine yaşıtlararası etkileÅŸim geçmektedir. “Gençlik kültürü”
olgusu da buradan doğmaktadır.

Gençlik dönemiyle çakışan bu tarihsel etkenler -çocuklukla yetişkinlik
arasındaki sürenin uzaması, anababaların gençliğine oranla
daha maddi varlık içinde yaşayan gençlik, genç nüfusun savaş sonrasında
artması- kuşaklar çatışmasını derinleştiren nedenler olmuştur.
Şu halde, gelişim olgusunu, gelişim döneminin çakıştığı tarihsel dönemi
dikkate almadan tam olarak anlayamayız. Ama aynı zamanda,
kuşaklar çatışmasını tam olarak anlayabilmek için gelişimsel (yaş) etkenleri
tarihsel etkenlerden ayırabilmemiz gerekmektedir. Margaret
Mead, kuşaklar çatışması konusunda gelişimsel etkenlerin yerine tarihsel
değişimlere ağırlık verdiği bir açıklama getirmiştir. Mead, savaş
sonrası insanların içinde yaşadıkları dönemin olumsuz niteliklerini
özellikle vurgulamaktadır. Mead’a göre, “kültürel süreksizlik” yaÅŸam
döngüsünde ilerledikçe, 1980’lerde 41 yaşındakiler 55 ve daha yukarı
yaşta olanları anlayamaz hale geleceklerdir ve bu böyle sürüp gidecektir.
Sadece tarihsel etkenlere dayanarak kurulduğu için abartılan bu
sav, kuşak çatışmasının gençlerle yaşlılar arasında sonsuza dek var
olacağı doğrultusundaki gelişimsel savla çelişmektedir.

Kuşaklar çatışmasına ilişkin bu örnek, yaş farklılıklarının anlaşılmasının
ve yorumlanmasının çok zor olabileceği gerçeğini ortaya
koymaktadır. Bu nedenle, yaş farklılıkları üzerindeki araştırmaların,
gelişimsel (yaş) ve tarihsel (zaman) etkenlerin etkileşimini dikkate alması
gerekmektedir. Gelişimsel sav ile kültürel süreksizlik savı arasındaki
çelişki ancak amprik araştırmalarla giderilebilecektir. İdeal bir
araştırma yöntembilimi, insanları bu kuşaklar farkının her iki tarafında
da belirli bir süre izleyebilmelidir (D. C. Kimmel, 1974).

%d blogcu bunu beÄŸendi: